Zîrîlerin Fâtımî Hilâfetini Terkedip Abbasî Hilafetini Tanımaları Sürecinde Şiî-Sünnî Mücadelesi

Shiite Sunni Struggle in the Process of the Zirid’s Abandonment of the Fatimid Caliphate by Recognizing the Abbasid Caliphate


Yazar: Abdullah Erdem Taş - Yusuf Sansarkan
Tür: Araştırma Makalesi
Gönderim Tarihi: 17.12.2019
Kabul Tarihi: 24.12.2019
Doi: 10.18403/emakalat.660384
PDF Linki: e-Makalat Mezhep Araştırmaları Dergisi

Atıf/Cite:
Taş, Abdullah Erdem , Sansarkan, Yusuf . “Zîrîlerin Fâtımî Hilafetini Terkedip Abbasî Hilafetini Tanımaları Sürecinde Şii-Sünni Mücadelesi”. e-Makalat Mezhep Araştırmaları Dergisi 12 / 2 (Aralık 2019): 546-571 .


Abstract
It is known that Berbers suffered from central government after the conquests of the North Africa. Berbers who were initially inclined to abandon Islam preferred to join political-religious groups in time. In the 8th century, Khārijism was influential in North Africa. In the 10th century, Ismā‘īlī Shī‘ism, which was another opposition group, was able to spread among the Berbers. It caused to occur that Fātimid destroyed Aghlabi emirate with the support of the tribe of Kutāma and established the state of Ifrīqiya. Both Khārijites and Sunnis showed that they would not obey this new authority. The Fātimid barely managed to suppress these revolts. However, the shifting of the capital from Ifrīqiya to Egypt began to weaken the Fātimid domination in North Africa after a while. The Fātimids who prevented the attempts of being independent of the Zīrī dynasty, which ruled North Africa under their dominance for a long time with different political maneuvers, became incapable of controlling the Zīrīds by the middle of the 11th century. Muiz b. Bâdis, a member of Zīrī dynasty, with the support of Sunnī scholars, carried the policy of being independent from the Fātimids in the religious field and he supported the Sunnis against the Shī‘ites. In this study, the influence of Māliki scholars on the people and emir and the effect of this influence on Shī‘ite-Sunnī struggle during Muiz, emirate of Zīrī, period (406-454 / 1016-1062) have been dealt with in terms of political and social reflections.

Keywords: Fatimids, Zirids, Shiite-Sunni Struggle, North Africa, 5th/11th century.

Öz
İlk Kuzey Afrika fetihlerinden itibaren Berberîlerin merkezî yönetimle sıkıntılar yaşadığı bilinmektedir. Başlarda irtidat etmeye meyilli olan Berberîler, zaman içerisinde irtidattan vazgeçip muhalif siyasî-dinî fırkalara intisap etmeyi tercih ettiler. 8. yüzyılda Hâricîliğin etkili olduğu Kuzey Afrika'da 10. yüzyılda diğer bir muhalif fırka olan İsmailî Şiîlik Berberîler arasında yayılma imkânı buldu. Fâtımîlerin, Kutâme kabilesinin desteğiyle Ağlebî emaretini yıkmaları ve İfrikiye'de devletlerini kurmaları bölgede önemli hadiselerin de fitilini ateşledi. Hem Hâricîler hem de Sünnîler bu yeni otoriteye itaat etmeyeceklerini gösterdiler. Fâtımîler zor da olsa bu isyanları bastırmayı başardılar. Ancak başşehrin İfrikiye'den Mısır'a taşınması bir süre sonra Fâtımîlerin Kuzey Afrika'daki hâkimiyetlerini zayıflatmaya başladı. Kendilerine bağlı olarak Kuzey Afrika'yı yöneten Zîrî hanedanının müstakil olma teşebbüslerini farklı siyasî manevralarla uzun bir dönem engelleyen Fâtımîler, 11. yüzyılın ortalarına gelindiğinde artık Zîrîleri kontrol edemez hâle gelmişti. Hanedandan Muiz b. Bâdis, Sünnî âlimlerin de desteğiyle Fâtımîlerden bağımsız olmak siyasetini dinî alana da taşıdı ve Şiîlere karşı Sünnîleri destekledi. Bu makâlede Zîrî Emiri Muiz döneminde (406-454 / 1016-1062) özellikle Mâlikî âlimlerin halk ve emir üzerindeki nüfuzu ile bu nüfuzun Şiî- Sünnî mücadelesindeki etkisi siyasî ve içtimaî yansımaları açısından ele alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Fâtımîler, Zîrîler, Şiî-Sünnî Mücadelesi, Kuzey Afrika, 5./11. Yüzyıl.


Giriş

Hz. Peygamber (sas) döneminde Müslümanların iki defa (615- 616) Habeşistan’a hicret etmiş olması gerçeğine rağmen, Afrika kıtasının İslamlaşma sürecinin, daha çok Hz. Ömer zamanında (634-644) başladığı kabul edilmektedir. Mısır’ın ardından Amr b. el- Âs’ın Berka[3] bölgesini fethetmesi ve ardından gelen fütuhatla kısa zamanda Roma İmparatorluğu’nun Kartaca merkezli “Provincia Africa”sı İslam Devletinin İfrikiye Eyaletine dönüşmüş[4] ancak Kuzey Afrika’nın yerli halkı olan Berberîlerin Müslüman olması öyle kolay gerçekleşmemiştir. Berberîlerin bağımsızlığına düşkün bir halk olmaları Roma/Bizans tarafından dikkate alınmış ve vergileri alınmak dışında onlar üzerinde ağır bir idari tasarrufta bulunulmamıştır. İslam fetihlerinden sonra, özellikle Emevîlerin (661-750) bölgeye atadığı valilerin mevâliye yönelik menfi tutumları ve kötü tasarrufları, Berberîlerin İslam’la ilişkilerine ciddi bir tesir yapmıştır. Berberîler, şahsiyetlerini ezen, üzerlerine ağır vergiler koyan valilere isyan etmekle beraber, bu isyan süreci onların dinden dönmelerinin (irtidat) de önünü açmıştır. Bir süre sonra Berberîlerin tepkileri, irtidat yerine daha çok siyasi merkeze muhalif dinî hareketleri (Hâricîlik-Şiîlik) benimsemeye evrilmiştir. Bu dönemde Kuzey Afrika savaşlar ve daimi isyanlarla çalkalanmaktadır. Özellikle Emevîlerin son döneminde Meysere el- Matgarî[5] adlı bir Berberî’nin başlattığı büyük Hâricî isyanı, Emevî otoritesini derinden sarsmıştır. Abbasîlerin kuruluş sürecinde de Kuzey Afrika’da Harici ayaklanmaları devam etmektedir. Abbasîler doğuda iktidarlarını sağlamlaştırmakla meşgul iken İslam devletinin batısıyla yeteri kadar ilgilenememişlerdir. 756’da Emevî ailesinden Abdurrahman b. Muaviye, Endülüs’te; Hâricîler ise Kuzey Afrika’da birçok emirlik kurmuşlardır. Tamesnâ’da Bergavata Emirliği (125/743-744),[6] Tilimsan’da Benî İfren Emirliği, (148/765)[7] Sicilmâse’de Midrârî Emirliği, (772)[8] Tâhert bölgesinde Rüstemî Emirliği (776)[9] kurulan emirliklerdir.

Abbasîlerin, devletin kuruluşunda desteklerini aldıkları Alioğullarıyla ilişkileri bozulunca devletin merkezinde (Irak-Hicaz) birçok isyan çıkmıştır. Alioğulları, hilafet ve yönetim hakkının kendilerine ait olduğunu iddia etmekle beraber, daha çok Abbasî valilerinin kendilerine yaptıkları zulümlerden rahatsızdırlar. Nitekim bu şikâyetler artarak kısa zamanda büyük isyanlara dönüşmüştür. İlk büyük isyan 762’de en-Nefsüzzekiyye diye bilinen Muhammed b. Abdullah ve kardeşi İbrahim tarafından başlatılmış fakat başarılı olamamıştır. Hz. Hasan’ın torunlarından olan isyan liderleri Halife Mansur’un gönderdiği Abbasî ordusu tarafından katledilmiştir. İkinci isyan, 786’da Hüseyin b. Ali’nin liderlik ettiği isyandır. Halife Hâdî’nin (785-786) gönderdiği birlikler Fah’ta yapılan savaşı kazanmakla yetinmeyip Alioğullarına yönelik ciddi bir kıyım başlatmışlardır. Bu katliamdan kurtulmayı başaran Hz. Hasan’ın torunu İdrîs b. Abdullah, Kuzey Afrika’ya kaçarak burada Berberîlerin desteğiyle yeni bir devletin (İdrîsî Emirliği 789-985) temellerini atmıştır.[10] Uzak Mağrip’de, merkezi Velila olan emirliğin dini anlayışı, kurucusu İdrîs b. Abdullah dolayısıyla Zeydiyye’ydi ve böylelikle Kuzey Afrika ilk defa Şîa ile tanışmıştır.

Abbasî Halifesi Harun er-Reşid, (786-809) peş peşe ortaya çıkan isyanlar ve şehirlere yapılan saldırılar dolayısıyla İfrîkıye Eyaleti’nin zor durumda olduğunu kavramıştır. Şehirlerde emniyet ortadan kalkmış, her yer harabeye dönmüş, ziraat ve ticaret faaliyetleri bitme noktasına gelmiştir. Her yıl Mısır’dan eyalete gönderilen paralar da artık işe yaramamaktadır. Bazı valilerin sükûneti sağlamak için gayreti olsa da isyan hareketleri ve saldırılar bu kazanımları kısa zamanda boşa çıkarmıştır. Bütün bunların yanında İdrîsîlerin de her geçen gün nüfuzunu arttırması, eyaletin kaybı tehlikesini doğurmuştur. Devlet adamlarıyla yaptığı istişareler sonucunda Harun er-Reşid, eyaletin idaresini 184/800’de evladiyet usulüyle İbrahim b. Ağleb’e vermiştir.[11] Halife, Frank Kralı olan Şarlman’ı Endülüs’teki Benî Ümeyye için bir set olarak değerlendirdiği gibi Mağrip’te yeni ortaya çıkan devletlere özellikle İdrîsîlere karşı da İbnü’l-Ağleb’i Afrika’da bir set yapmak istemiştir. İbrahim b. Ağleb’in eyaletin idaresini üstlenmesiyle İfrîkıye’de valiler devri kapanmış, Ağlebî emirler dönemi başlamıştır. Ağlebî hükümeti fiilen bağımsız olmakla beraber resmen Abbasî hükümetine tabi olarak 109 yıl bölgeyi yönetmiştir.

Ağlebîler, Kuzey Afrika’da imar faaliyetlerine önem vermiş; dönemlerinde özellikle Kayrevan, doğudaki İslam şehirleriyle rekabet edecek bir seviyeye ulaşmıştır. Yapılan camiler, köprüler, hanlar vs. ile şehirler mamur hale getirilmiş; taşrada ziraat, sulama ve madencilik faaliyetleri geliştirilerek üretim artırılmıştır. Yolların emniyetinin sağlanmasıyla iç Afrika’dan Kuzey Afrika’ya gelen mallardaki artış, buradan deniz yoluyla Avrupa ve Maşrık taraflarına yapılan ticareti canlandırmış, bu da halkın refah seviyesini yükseltmiş ve Kayrevan başta olmak üzere İfrîkıye şehirleri âlimlerin, şairlerin toplandığı, sohbet meclislerinin kurulduğu birer ilim-irfan merkezi hâline gelmiştir. Sicilya fetihleri de (827-902) Ağlebilerin halk üzerindeki nüfuzunu artırmıştır. Daha çok Horasan taraflarından gelen Ağlebiler, önceleri Hanefî mezhebine mensupken Kadı İbn Gânim (ö.190/806), Kadı Sahnun (ö.240/854) ve Kadı İsa b. Miskin (ö. 295/907) gibi meşhur fakihlerin tesiriyle Mâlikîlik resmi mezhepleri olmuştur. Mâlikî ve Hanefî âlimler, bölgede hâlâ etkisini sürdüren sapkın görüş sahiplerine karşı harekete geçmiş, bu minvalde önemli eserler kaleme almışlardır. Özellikle, daha çok dağlık bölge insanlarından oluşan Hâricî gruplarla mücadele edilmiştir. Şehirleşme arttıkça Hâricîlerin etkisi büyük ölçüde azalmış ancak Ağlebîlerin son büyük emiri II. İbrahim’den (875-902) sonra emirliğin toprakları yeniden kargaşaya sürüklenmiştir. Halkın sefaletine rağmen hanedanın lüks ve şatafat içerisindeki müptezel hayatı herkesin tepkisini çekmektedir. Böyle bir ortamı fırsat kabul eden İsmâilî Şiîler, mezheplerini yaymak için mümbit bir ortam olarak gördükleri İfrîkıye’de bir kapı açarak propaganda faaliyetlerine girişmişlerdir. Açlık ve sefalet içerisinde yaşayan, savaşlarda perişan olan Berberîlerde yeryüzünü adaletle dolduracak bir “Mehdî” çıkacağı inancı hâkim olmaya başlamışken Sünnî halkta da yöneticilerine karşı bir nefret oluşmuştur. Şiî-İsmâilî dâîlerden Ebû Abdullah, bölgedeki faaliyetleriyle insanları etrafına toplamış, özellikle Kutâme Berberîlerinin desteğiyle bir ihtilal hareketi başlatmıştır. Ebû Abdullah, II. İbrahim döneminde (902 yılında) Mîle şehrini ele geçirerek ilk hamlesini yapmıştır. Son Ağlebî Emiri III. Ziyadetullah’ın (903-909) kötü yönetimi, Ebû Abdullah’ın işini kolaylaştırmıştır. Faaliyetlerine hız veren Ebû Abdullah, kısa zamanda Setif, Bâgâye, Kostantine, Meccâne, Kastîliye, Tîfaş, Tobne, Billizme, Kafsa ve Tîcis’i ele geçirmiştir. Emirliğin batısını (Doğu Cezayir ve Batı Tunus) tamamen kaybeden ve merkezde tehdit altında kalan III. Ziyadetullah’ın orduları, Şiîler karşısında tutunamamıştır. 296/909 yılında, Ürbüs’te Şiîlerle yapılan son savaş da kaybedilince umutları tükenen III. Ziyadetullah, 26 Cemâziyelâhir 296’da (22 Mart 909) Rakkâde’yi terk edip Mısır’a kaçmaktan başka bir seçenek görmemiştir. Bunun üzerine Rakkâde’ye giren Ebû Abdullah eş-Şiî, Ağlebî devletine son vermiş, Sicilmâse’de mahpus olan İmam Ubeydullah el-Mehdî’yi kurtarıp Rakkâde’ye getirmiş ve Fâtımî Devleti’nin (909-1171) temellerini atmıştır.[12]

1. Fâtımîlere Bağlı Zîrîler

Hz. Peygamber’in soyundan geldiklerini iddia eden ve böylelikle ciddi bir manevi nüfuz elde eden Fâtımîler bölgeye geldiklerinde, Berberîleri merkezi hilafetten kopmuş, Hâricî ve Şiî olarak ayrılıp her an savaşa hazır iki kavi düşman hâlinde bulmuştur. Fâtımîlerin gelişiyle beraber Şiîler, İfrîkıye eyalet merkezinde güçlenirken Hâricîler Trablus (Cebel-i Nefûse), Cezayir (Cebel-i Avras) ve Doğu Tunus’ta (Cerid) dağlık bölgelerde hâkimdiler. İki fırkanın da emeli, mezhebini her tarafa yaymak ve bölgeye tamamen hâkim olmaktır. Başlarda Şiîler daha organize ve kuvvetli olduğu için dağınık haldeki Hâricîlere üstün gelmiş, Tunus ve Trablus Hâricîlerinin çıkardıkları küçük çaplı isyanlar kısa sürede bastırılmıştır. Zenâte kabilesinden Ebû Yezid en-Nükkârî’nin[13] 332’de (944) Bâgâye’ye saldırarak başlattığı isyan, öncekilerden çok farklı olarak geniş bir halk desteği elde etmiştir. Bu isyan, Şiî propagandadan rahatsız olan Sünnîlerin de destek vermesiyle yeni kurulan Fâtımî Devleti’ni neredeyse yıkacak kadar etkili olmuştur.

Cezayir’den İfrîkıye topraklarına yönelen; Ürbüs, Bâce ve Kayrevan’ı ele geçiren Ebû Yezid’in Fâtımî ordularını arka arkaya yenilgiye uğratması, devleti çöküşe sürüklemektedir. İkinci Fâtımî Halifesi Kâim-Biemrillâh, (322-334 / 934-946) Ebû Yezid’e direnememiş, şehirleri tek tek kaybetmiştir. Elinde sadece başşehir Mehdiye kalmış olsa da burada kuvvetli bir tahkimat yaparak tutunmayı başarmıştır. Halife Kâim, bir taraftan Ebû Yezid’in saldırılarına direnirken diğer taraftan Sanhâce ve Kutâme büyüklerine mektuplar yazarak destek istemiştir. İşte bu mektupların ardından devletin batı sınırlarını muhafaza eden Berberî Sanhâce emirlerinden Zîrî b. Menâd, erzak sıkıntısı çeken Kâim’e 200 Sanhace atlısı ve 500 köleyle beraber buğday göndermiş, Kâim de ona değerli hediyeler yollamıştır.[14] Kâim’in vefatından sonra yerine geçen oğlu İsmail el-Mansûr, ağır bir mesuliyetin altında kalmış, ancak yılmamıştır. Fâtımî ordularını düzene sokup savunmadan hücuma geçirerek Ebû Yezid’e karşı destansı bir mücadele başlatmıştır. Orduları adım adım gerileyen Ebû Yezid, aldığı yenilgilerin ardından İfrîkıye topraklarından kaçmak zorunda kalmıştır. Mansûr, Doğu Cezayir’de dağlık bölgelere sığınan ve adamlarını kaybeden Ebû Yezid’in peşine düşmüştür. Burada Sanhâce reislerinden Zîrî b. Menad’ın misafiri olmuştur. Bölgeyi iyi bilen Zîrî b. Menad, 500 Sanhâce askeriyle Fâtımî ordusuna katılmıştır. Mansûr bundan çok istifade etmiş ve şiddetli bir takibat sonucunda Ağustos 947’de Ebû Yezid yakalanıp öldürülmüştür. Halife İsmail el-Mansûr bu süreçte Zîrî b. Menad’ı değerli bir dost ve tecrübeli bir komutan olarak kazanmıştır.[15]

Zîrîlerin Fâtımî Devleti’ne hizmetleri bu şekilde başlamıştır. Zîrî b. Menad, Halife Mansûr’un vefatından sonra (341/953) yerine geçen oğlu Muiz-Lidînillâh’a (341-365 / 953-975) da hizmet etmiştir. Halife Muiz, Uzak Mağrip’te ciddi bir tehdit haline gelen Endülüs Emevîleri ve onlara tabi olan kabileler üzerine 342’de (954) Cebel-i Avras seferine çıkmıştır. Bu seferde Zîrî b. Menad ve oğlu Bulukkin’in çok büyük katkıları olmuştur.[16] Fâtımî ordusunun Cevher es-Sıkıllî komutasında 347-348’de (959-960) Atlas Okyanusu’na kadar ulaşan Mağrip seferi de Zîrîleri parlatan diğer önemli olaydır. Daha önce batı Cezayir’de Eşir[17] şehrini kuran Zîrî, bu seferde Fas şehrinin fethini gerçekleştirmiştir. (348/959)[18] Ardından fethettiği yerlerle beraber Tâhert’in idaresi Zîrî b. Menad’a verilmiştir. Cezayir bölgesinde geniş toprakların hâkimi durumuna gelen Zîrî’nin bu yükselişi yine Fâtımî komutanlarından olan Mesîle ve Zab lideri Cafer b. Ali b. Hamdûn’u[19] rahatsız etmeye başlamıştır. Fâtımîlerin düşmanı olan Endülüs Emevîleri ve onlara tabi Zenâtelilerle ittifak kuran Cafer’in üzerine Fâtımî Halifesi Muiz, Zîrî’yi göndermiştir. Yapılan savaşta Zîrî b. Menad öldürülünce (360/971) yerine oğlu Bulukkin bu vazifeyi üstlenmiştir.[20] Bulukkin başarılı olunca, Eşîr ve Tâhert’e ilave olarak Mesîla ve Zab’ın âmilliği de ona verilmiştir.[21] Bu sırada Fâtımî komutanı Cevher, Mısır’ı ele geçirmiş (969), Halife Muiz de devletin merkezini Mısır’a taşımayı düşünmüştür. Mağrip’in idaresini bırakabileceği güvenilir bir vali arayışına başlayan Muiz, devlet adamlarıyla yaptığı istişare sonucunda Sanhâce Reisi Bulukkin b. Zîrî’yi bu işe layık görmüştür.[22] 362’de (972) Muiz’in Mısır’a hareketiyle İfrîkıye’de yaklaşık iki asır sürecek Zîrî (Sanhâce) hâkimiyeti başlamıştır.

Fâtımîlere bağlı Zîrî Emirliği’nin kurucusu kabul edilen Bulukkin b. Zîrî (361-373 / 972-984), 20 Zilhicce 361’de (2 Ekim 972) Halife Muiz tarafından Berka, Trablus ve Sicilya dışında kalan İfrîkıye topraklarının valiliğine getirilmiştir. 973’te Mağrip’e, 974’te Kutâme Berberîleri üzerine sefer düzenleyen Bulukkin, 367’de (977-978) Fâtımî Halifesinin izniyle Trablus, Sirt ve Ecdabiye bölgelerini de hâkimiyet sahasına katmıştır. Bulukkin, 368-373 (979-984) yılları arasında Mağrip Seferi’ne çıkarak Fas ve Sicilmâse’nin ardından Bergavata topraklarına girmiştir. Bu başarılı seferleri onun şanını yüceltmiş, Fâtımî Halifesi Muiz ona “Ebü’l-Fütûh Yusuf Seyfüddevle” unvanını vermiştir. 373/984’te vefat ettiğinde yerine oğlu Mansur geçmiştir. Mansûr (373-386 / 984-996) içerideki isyanları bastırdığı gibi emirlik topraklarının ötesinde Endülüs Emevîlerine tabi olan Zenâtelilerle de mücadele etmiştir. Zîrîler onun döneminde bağımsız bir emirliğe dönüşmeye başlamıştır. Mansûr’un vefatından sonra yerine oğlu Bâdis geçmiştir. Fâtımî hilafet merkezinden “Nasîrüddevle” unvanını alan Bâdis döneminde (386-406 / 996-1016) emirliğin batısında bölünme yaşanarak Zîrîler, ikiye ayrılmıştır. Batı Cezayir’de Bulukkin’in oğlu Hammad, 1015’te yeni bir şehir inşa ederek (Kal’atü Benî Hammad) buradan bölgeyi yönetmeye başlamış, ana kol ise İfrîkıye merkez ve Doğu Cezayir’de hâkimiyetini sürdürmüştür. Bu dönemde Zîrîlerin bağımsız hareket etmeleri Fâtımî Halifesi Hâkim Biemrillâh’ı kızdırmıştır. Mısır’ı merkez edinen Fâtımîler, kabileleri birbirine karşı kışkırtarak bölgede hâkimiyetlerini devam ettirmeye çalışmışlardır. Doğuda Zîrîlerin hâkimiyet alanını kısıtlamak için bir süredir Zîrîler tarafından yönetilen Trablus’u Mısır’a bağlamak istemişler ancak başarılı olamamışlardır. İkinci teşebbüsleri Bâdis’in veliahtı olarak amcası oğlu Ebü’l-Kasım’ı desteklemeleri olmuştur. Bu teşebbüsleri de akîm kalmış; ancak aradaki soğukluk Zîrîlerle ilişkilerini tamamen koparacak bir seviyeye de ulaşmamıştır. Yine de bu tür teşebbüslerin aksi tesiri, Bâdis’in vefatından sonra Mehdiye’de 8 yaşlarında tahta geçen Muiz b. Bâdis (406-454 / 1016-1062) döneminde görülmeye başlanmıştır.[23]

2. Muiz b. Bâdis Dönemi'nde Mâlikî Ulemânın Otoritesi ve Şiî-Sünnî Mücadelesi

Çalışmaya konu edilen zaman diliminde Kuzey Afrika’daki halkın çoğunluğu Malikî mezhebine mensuptur. Önceki dönemde Hanefîlik ve Mâlikîlik yan yana devam etmişler fakat beşinci hicri asırdan sonra Hanefîlik etkisiz hâle gelmiştir.[24] Şiî Fâtımîlerden razı olmayan Sünnî halk, Ebû Yezid en-Nükkârî isyan ettiğinde, mezhebinin ne olduğunu bilmeden Fâtımîlere karşı onun etrafında toplanmıştır.[25] Her ne kadar halkın çoğunluğu Sünnî olsa da İbâzîlik de Kuzey Afrika’da kendine yer bulmuştur. Hicri ikinci asrın ikinci yarısından sonra bölgede İbâzî davette bulunan dâîler vasıtasıyla yayılan mezhep, günümüze kadar varlığını sürdürecek derecede Kuzey Afrika’ya kök salmıştır.[26] Bütün bunlardan bölgenin Sünnî, Şiî ve Hâricî/İbâzî nüfusu barındırdığı ortaya çıkmaktadır.

İfrîkıye bölgesi merkezden uzak ve dağlık oluşu nedeniyle kontrol edilmesi zor bir yer olduğundan Abbasîlerin denetiminin dışına çıkması çok sürmemiştir. Şiî İdrîsîler ile Hâricî Rüstemîlerin burada devlet kurmalarının nedeni budur.[27] Şiî İsmâilîler de Abbâsî baskısından kurtulmak için Kuzey Afrika’yı tercih etmişlerdir. Zira Abbâsîler tarafından takibata uğrayan İsmâilîlerin rahat hareket edebilecekleri daha iyi bir bölgeleri yoktur.[28] Kuzey Afrika’ya gelene kadar çok gizli hareket etmek zorunda kalan İsmâilî imamları ve dâîleri, Kutâme kabilesinin desteğiyle birlikte ancak Mağrip’te rahat bir nefes alabilmişlerdir.

İfrîkıye ile Fâtımîler arasındaki ilişkiler, Muiz b. Bâdis’in 406 (1016) yılında başa geçtiği sırada bir Şiî kıyımı yaşanmış olmasına rağmen 424 (1033) yılına kadar iyi seyretmiştir. Bu yıldan sonra Fâtımîler ile İfrîkıye hâkimi Muiz b. Bâdis arasında fiili bir ilişkinin olduğunu söylemek güçtür.[29]

Çocuk yaşta tahta geçen Muiz b. Bâdis’in mürebbisi Hasan b. Ali b. Ebi’r-Reccâl, Sünnî bir âlimdi. Bir gün halkı selamladığı esnada bazıları ona Şiîlerin Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’e hakaret ettiklerini söyleyerek şikâyette bulunmuştu. Muiz buna karşılık “Allah onlardan razı olsun” deyince bundan cesaret alan kalabalık, Şiîlerin oturdukları mahalleye saldırmış ve çok sayıda (bazı kaynaklarda 3.000 kadar) Şiî’yi öldürmüştü. İfrîkıye’nin her bölgesinde bu gibi saldırılar yaşanmaya başlamıştır.[30] Muiz b. Bâdis Şiî kıyımıyla başlamasına rağmen bu durum onunla Fâtımî yönetimi arasında iyi bir ilişkinin kurulmasına engel olmamış,[31] Suriye bölgesinde yaşanan sıkıntılar ve iç kargaşa dolayısıyla yeni bir başkaldırıdan tedirgin olan Fâtımî Halifesi ona “Şerefüddevle” unvanı vererek ortalığı yatıştırmıştır.

Muiz b. Bâdis’in ve şehirli halkın çoğunluğunun Ehl-i Sünnet’e tabi olması, Şiî kesimin azınlıkta kalmasına yol açmıştır. Buna karşın bölgenin resmi olarak Şiî Fâtımî devletine bağlılığı, devletin resmi mezhebinin Şîa olması, yaşayan Şiî azınlığın bir süreliğine de olsa rahatça hareket etmesine imkân tanımıştır. Ancak bu durum, yukarıda işaret edildiği üzere zaman zaman Şiîlerin saldırıya uğramalarının ve öldürülmelerinin önüne geçememiştir.

Mâlikîlikten önce bölgede yaygın olan Hanefîliğin güç kaybetmesi ve mensuplarının çoğunun Mâlikî olmasında büyük ölçüde siyasi yapı etkili olmuştur. Mihne sürecinde “Halku’l-Kur’an” görüşüne destek veren bazı Hanefîler, Mâlikî âlimler tarafından Mu‘tezilî olarak tanınmış ve düşman olarak görülmüşlerdir. Güçlü bir itikadî sistemi olmayan Şîa’nın bu konuda Mu‘tezile’yi takip etmesi; Mu‘tezile’ye hizmet etmek dolaylı da olsa Şîa’ya destek vermek anlamına geldiğinden, Hanefî-Mu‘tezilî âlimlerin Şiî destekçisi olarak damgalanmalarına da neden olmuştur. Mihne süreci sona erdikten sonra bu âlimler baskı görmüş ve çok büyük bir kısmı Mâlikî mezhebine intisap etmişlerdir.[32]

Dönemi anlatan kaynaklar, Sünnî âlimlerin halk üzerinde son derece etkin, kendilerinin ve onlara tabi olan halkın Şiîlere karşı müsamahasız olduğunu gözler önüne sermektedir. Öyle ki Fâtımî valisi olmasına rağmen Muiz b. Bâdis bile Sünnî âlimlerin dediklerinin aksine bir eylemde bulunamamış, onlarla iyi geçinmek zorunda kalmıştır. Örnek vermek gerekirse: Muiz b. Bâdis, Ebû Bekir b. Abdurrahman (ö. 432/1041) adlı âlimi Sicilya’ya elçi olarak göndermek istemiş ancak Ebû Bekir bunu “Bizim kalemimiz senin kılıcından daha keskindir” diyerek reddedebilmiştir. Aynı âlim Muiz’in “Giydiğimiz kıyafetlerde Fâtımî halifelerinin isminin süs olarak bulunmasının sakıncası var mıdır, bunlarla namaz kılınır mı?” sorusuna “Bu aptalca ve cahilce bir sorudur” diyerek cevap vermekten çekinmemiştir. Muiz b. Bâdis bu cevaba çok kızsa da Ebû Bekir b. Abdurrahman’a bir yaptırımda bulunamamıştır.[33] Aslında Muiz, kendini bir mecburiyet altında hissediyordu. Nitekim bir gün şöyle demişti: “Sikke ve sancakları, sırf Beytullah’a giden hacılar ve ziyaretçilerin (hatırı için), yerinde bıraktım”.[34] Bu sözle Haremeyn yolunun hâkimleri Fâtımîlere itaat etmek mecburiyetinde kaldığını ihsas ettiriyordu.

Yine bir gün Muiz b. Bâdis, Yahudi olan özel doktoru İbn Ata’yı, bir konuda danışması için Ebû İmrân el-Fâsî[35] (ö. 430/1039) adlı âlime yollamıştır. Ebû İmrân onun devlet ricalinden olduğunu zannetmiş; orada hazır bulunanlar ise bu adamın seçkin bir Yahudi olduğunu söylemişlerdi. Bunun üzerine çok sinirlenen Ebû İmran, İbn Ata adlı bu Yahudi hekime “Sen benim evimin mescidim gibi olduğunu bilmiyor musun? Ne cüretle Müslüman olmadığın halde evime girersin” diyerek onu evinden kovdu. Dışarı çıkan hekime seslenerek “Seni gönderene git, sorusunun cevabını almak istiyorsa Müslüman birini göndersin. Ben Allah’ın hükmünü senin gibi bir kâfire veremem” demiştir. Muiz’in yanına dönen Yahudi hekim “Ben İfrîkıye’nin tek hâkiminin sen olduğunu sanıyordum. Daha önce senin öfkene çok şahit oldum ama bugünkü kadar korktuğumu hiç hatırlamıyorum” deyince Muiz “Ben seni onun yanına bilerek yolladım. Senin İslam’ın izzetini ve Müslüman âlimlerin heybetini görüp Müslüman olmanı umdum” demiştir.[36]

Yukarıdaki olay Ebû İmrân’ın meşhur olup büyük bir halk desteğine sahip olduğunu gösterse de aşağıda zikredilecek diğer iki olay onun şöhretinin ve halk üzerindeki etkisinin derecesini daha da berraklaştıracaktır. Bu olaylardan biri, Kayrevan sokaklarında “Ben yaratılmışların en hayırlısıyım” diyerek gezinen bir adamla ilgilidir. Kayrevan halkı bu adamdan rahatsız olmuş ve onu Ebû İmrân’ın huzuruna getirmişlerdir. Ebû İmrân adama “Sen mümin misin?” diye sormuş, adam “Evet.” demiştir. Ardından Ebû İmrân “Sen namazını kılıyor, oruç tutuyor ve iyilik de yapıyor musun?” diye sormuş, adam bunlara da “Evet.” diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Ebû İmrân “Var selametle yoluna git.” diyerek “Şüphesiz, iman edip, salih ameller işleyenler var ya; işte onlar yaratıkların en hayırlısıdırlar.” (Beyyine 98/7) ayetini okumuştur. Böylece insanlar o adamı rahat bırakmışlardır.[37]

İkinci olay şöyle gelişmiştir: Bir zaman Kayrevan’da halk arasında kâfirlerin Allah’ı bilip bilmedikleri konusunda tartışma ortaya çıkmıştır. Özellikle edebiyatçı bir zat konuyu her tarafa yaymış, sormadık kelamcı ve fakih bırakmamıştır. İnsanlar arasında ayrılık konusu haline gelen mesele yüzünden halk kavgaya tutuşmaya başlamış, çareyi Ebû İmrân’a sormakta bulmuşlardır. Ebû İmrân’ın evinde toplanmışlar ve ona “Ne olur bu derdimize bir çare bul, meseleyi tartışmaktan günlük işlerimizi yapamaz hale geldik.” demişlerdir. Ebû İmrân onlara cevap vermeyi kabul etmesine rağmen halk kendilerine onları ikna edecek bir cevap vermesini şart koşmuşlardır. Bunun üzerine Ebû İmrân onları biraz bekletmiş, ardından aralarından bir sözcü seçmelerini ve onun dışındaki herkesin sessizce dinlemesini istemiştir. Ebû İmrân sözcüye “Sen çarşıda birine Ebû İmrân’ı tanıyor musun diye sorsan, o da sana evet dediği halde beni bakla satan bir tüccar olarak tarif etse, beni tanıyor mudur?” diye sormuş, sözcü de “Hayır, bu seni tanımadığı anlamına gelir.” diye cevaplamıştır. Ebû İmrân bu kez “Peki yine bir başkasına aynı soruyu sorsan, o da benim ilimle uğraşan, fetva veren bir âlim olduğumu söylese beni tanıyor mudur?” diye sorunca sözcü “Evet.” demiştir. Bunun üzerine Ebû İmrân halka dönerek “İşte kâfirlerin durumu budur. Eğer biri, tanrısına arkadaş, evlat ve cisim yakıştırıyorsa o kişi Allah’ı bilmiyor demektir. Eğer ibadet ediyorsa da Allah’a değil, o şekilde düşündüğü tanrıya ibadet ediyordur. O kâfir ‘Allah doğmamıştır ve doğurmamıştır. Hiçbir şey ona denk değildir.’ (İhlas 114/3-4) diyen mümin gibi değildir. Mümin Allah’ı bilir ve onu sıfatlarıyla vasıflandırır.” demiştir. Halk Ebû İmrân’a dua etmiş, meselenin onlar için hallolduğunu belirterek oradan ayrılmışlar ve artık bu konuyu konuşmayı bırakmışlardır.[38] Burada dikkat edilmesi gereken Ebû İmrân’ın kadı olmadığıdır. Buna rağmen halkın her türlü sorunda ona gelmesi, Sünnî âlimlerin halk üzerindeki etkisinin yanı sıra yönetime karşı ellerinin ne kadar güçlü olduğunu da açıklamaktadır.

Muiz b. Bâdis’i halifelik hevesinden caydıran da yine Ebû İmrân el-Fâsî’dir. Kendisine konu hakkında danışan Muiz’e hilafetin Kureyş’e has olduğunu söyleyen Ebû İmrân, Muiz’in böyle bir girişimde bulunması durumunda hilafeti elde edemeyeceğini, Kureyş’ten olmayan diğer emirlerin de Muiz’in bu hamlesinden cesaret alarak bağımsızlık yarışına gireceklerini öngördüğünü belirtmiş, İfrîkıye’nin bundan zararlı çıkacağını söylemiştir. Bunun üzerine ikna olan Muiz b. Bâdis hilafet ve bağımsızlık fikrinden vazgeçmiştir.[39]

Endülüs’ten elçi olarak Kayrevan’a gönderilen İbn Ebû Rial adlı bir âlim, oğluyla birlikte Kayrevan’da birkaç gün kalmıştır. Buradaki âlimlerle tartışmalar yapan İbn Ebû Rial, bayram namazına Muiz b. Bâdis’in konuğu olarak, onunla birlikte katılmıştır. Resmen Fâtımîlere bağlılığın bir göstergesi olarak hutbede Fâtımîlere dua edilmesi gerekirken bu âlimin hatırına bu âdet yerine getirilmemiştir.[40] Önemli bile olsa bir âlimin gelişi nedeniyle bağlılığın bir göstergesinin terk edilebiliyor olması, ilişkilerin siyasi boyuttan öteye geçmediğini göstermektedir.

Ebû İshak İbrahim et-Tûnusî (ö. 443/1051) adlı bir âlime, velisi Şiî olan bir kadının nikâhının geçerli olup olmadığı sorulunca Tûnusî, Şiîlerin ikiye ayrıldığını, bir kısmının kafir olmasına karşın sadece Hz. Ali’yi diğer sahabeden üstün tutan kesimin kafir olmadığını, nikahlarının geçersiz olmadığını söylemiştir. Bunu duyan Kayrevan fakihleri bu fetvaya şiddetle karşı çıkmışlar ve Şiîlerin tamamının kâfir olduğunu iddia etmişlerdir. Fetvayı veren Tûnusî’nin görüşünün yanlış olduğunu kabul etmesini isteyen fakihler, onu ikna edemeyince konuyu saraya taşımışlar ve sonuçta Muiz b. Bâdis’in de devreye girmesiyle Tûnusî hutbede görüşünden vazgeçtiğini söylemeye zorlanmıştır.[41] Bu olay İfrîkıye’de âlimlerin, özellikle Sünnî âlimlerin ne kadar etkin olduklarını göstermesi açısından önemlidir. Şiîlere karşı tahammülsüzlüğü gösteren bu olay, zikredilmeye değer tek rivayet değildir. Bir dönem kadılık yapan İbn Ebû Zeyd, (ö. 460/1067-1068’den sonra) hocasının Fâtımîlerle gönül bağı olduğu gerekçesiyle baskı görmüş, Sicilya’ya kaçmak zorunda kalmış ve orada ölmüştür.[42] Burada dikkat edilmesi gereken ne İbn Ebû Zeyd’in ne de hocası Berâze‘î’nin Şiî olduğudur. Sadece bir gönül bağı söylentisi emekli bir kadının vatanını terk etmesine yetmiştir.

Yukarıda adı geçen İbn Ebû Zeyd henüz kadılık görevini yürütürken onunla Mehdi olarak tanınan Ebü’l-Hasan Ali b. Temmâm adlı Şiî birisi arasında bir olay vuku bulmuştur. Kadı, Kurban Bayramı gününü, Sünnî geleneğe uygun olarak hilali gözetleyerek belirlemiş ancak Şiîlerin takvim hesabı hilale uymadığından bayram günü bu iki grup arasında farklı günlerde kutlanmıştır. Sünnî âlimlerin belirlediği gün Cuma’ya denk geldiği için bayram namazına katılmayıp Cuma namazına gelen Şiî âlim Mehdi, imamın namazdan sonra tekbir getirmesine kızmış ve “Yalan söylüyorsun!” diyerek tepkisini dile getirmiştir. Ertesi günkü resmi kutlamalarda, bir önceki gün bayram namazını kıldıran imam tekrar namaz kıldırınca Mehdi ona çıkışmış, imam da bunu takiyye gereği yaptığını söyleyerek kendini savunmuştur. Bunu duyan Kadı İbn Ebû Zeyd imamı çağırtmış, ona bunun hesabını sorunca imam bu kez de Şiî âlim Mehdi’den korktuğu için ona Şiî göründüğünü söylemiş ancak yine de görevinden olmaktan kurtulamamıştır.[43] Bu olay göstermektedir ki hem Sünnîler hem de Şiîler, gerektiğinde ayrı ayrı kutlamalar yapabilmişlerdir. Sünnîler daha çok gücünü halktan alırken Şiîler yönetime güvenmektedir. İmamın yaşadıkları göz önünde bulundurulduğunda halkın mezhebî görüşünün çok da önemli olmadığı, Şiî - Sünnî mücadelesi arasında bir nevi mecburi bir taraf tutmak zorunda kaldıkları anlaşılabilir. Buna karşın halkın çoğunluğunun Sünnî olması, bölgeyi 109 yıl boyunca yöneten Ağlebîlerin Sünnî olmasıyla açıklanabilir.

Şia’nın bölgede tutunamamasının ve çoğunluğun Sünnî olmasının tek sebebi Ağlebî iktidarı değildir. Fâtımî devleti kurulduğundan beri onu kendine en öncelikli rakip olarak gören Abbâsî devleti, Fâtımîler hakkında aleyhte propaganda faaliyeti yürütmektedir. Abbâsî halifesi zaman zaman fakihleri toplayıp Fâtımîlerin soylarının Hz. Ali’ye dayanmadığına dair fetvalar ve bildiriler yayınlatmaktadır.[44] Bilindiği üzere Abbâsîler, devletlerini kurmadan önce davetlerini Ehl-i Beyt’ten razı olunan biri adına yürütmüşler, böylelikle Şiîlerin desteğini almışlardır. Devlet kurulduktan sonra Sünnî bir politika izleyen Abbâsî halifeleri, Hz. Ali soyundan gelenlerle tartışmalarında kendilerinin Hz. Abbas’ın soyundan geldiklerini, amcanın yakınlık olarak amca çocuğundan önde geldiği için hilafete kendilerinin daha layık olduklarını söylemişlerdir.

Bazı Sünnî âlimler Şiîlerin ikiye ayrıldığını, bazıları Gurabiyye’yi[45] kastederek üçe ayrıldıklarını söylemişlerdir ancak tespit edebildiğimiz kadarıyla onların nazarında da halkın gözünde de bu ayrımın en büyük işareti Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e saygı duyulup duyulmadığıdır.[46] Bir iki âlim hariç diğer hepsinin gulât Şiî fırkalarla diğerlerini birbirinden ayırmadığı, hepsini birden kâfir gördüğü anlaşılmaktadır. Bu durum yukarıda örnekleri verildiği üzere Şiîlerin hayatını zorlaştırmıştır. Sünnîlerden daha çok Şiîlere düşmanlık besleyen İbâzîlerin Şiîleri tek fırka kabul etmedikleri, Hz. Ali’yi diğer sahabilerden üstün görmek dışında aşırılıkları olmayan Şiîleri Müslüman sayıp onlarla muameleyi caiz görmeleri ise zikredilmeye değer bir ayrıntıdır.[47]

3. Fâtımî Hilâfeti'nden Kopuş ve Abbasî Hilâfeti'ne Bağlılık Sürecinde Zîrîlerin Durumu

Bulukkin, Mansûr ve Bâdis, Fâtımî hilafet merkezine bağlı olarak İsmâilî mezhebini de benimsemişlerdir. Zîrîlerin Fâtımîlere bağlılığını gösteren bazı alametler vardır. Bunlardan biri, her yeni Zîrî Emiri tahta oturduğunda Fâtımî Halifesi tarafından Mısır’dan bir berat gönderilmesi ve bu velayetin yani İfrikiye ve Orta Mağrip bölgesi valiliğinin onaylanmasıdır. Yeni emir de Fâtımî Halifesi’ne değerli hediyeler göndererek teşekkürünü bildiriyordu. Bunun yanı sıra Zîrî emirleri, üzerinde Fâtımî Halifesinin adı ve Fâtımî sembolleri nakşedilmiş değerli kumaşlardan elbiseler giyiyordu. Ayrıca Fâtımî Halifesi tarafından gönderilen Fâtımî sembollerini içeren sancak ve bayraklar da resmi törenlerde hazır bulunduruluyordu. Cuma hutbelerinde Fâtımî Halifesi’ne dua ediliyor ve paralar da Fâtımî Halifesi adına basılıyordu. Yine Zîrî emirlerine Fâtımî Halifeleri tarafından “Nasîruddevle, Seyfüddevle, Şerefüddevle” gibi tâbiiyyet unvanları veriliyordu.[48]

İfrîkıye halkı büyük ölçüde Sünnî idi. Sünnî âlimler her tarafa yayılmış, bidat ehline ve batıl mezheplere karşı birçok eser kaleme almıştı. Batıl bir mezhep olarak gördükleri İsmâiliyye’nin terki hususunda halkın yöneticilerine baskısı da Muiz döneminde iyice artmıştı. Hatta hutbede Fâtımî halifelerine dua edildiği için Kayrevan halkı Cuma namazını bile terk etmeye başlamıştı. İfrîkıye’de Şiîler ve Sünnîler arasında birçok kanlı mücadele de yaşanıyordu.[49] Fâtımî Halifelerinin “Şerefüddevle” unvanı verdiği Muiz b. Bâdis, sonunda devletin kapılarını Sünnî ulemaya açtığı gibi kendisi de Ehl-i Sünnet’i benimsedi. Ancak Fâtımî hilafetinden tamamen kopması ve Abbasî Halifesi Kâim-Biemrillâh (1031-1075) adına hutbe okutmaya başlaması 440’ı[50] (1049) bulmuştur.

Muiz b. Bâdis 435/1043’te Bağdat’a bir elçi göndermiş; Abbasîler adına hutbe okuyacağını bildirmiştir. Bağdat’tan kendisine gönderilen ahidname, siyah sancak ve hilat ise Mağrip yolunda Bizanslıların eline geçmiş ve oradan Mısır’a intikal etmiştir. Bu ilk teşebbüs akim kalmakla beraber Fâtımîler ihanetini öğrendikleri Muiz’e nasihat etmekle iktifa etmişlerdir. Ancak Muiz teşebbüsünde ısrarcı olmuş ve 440/1048’de Fâtımî Halifesi Müstansır-Billah’ın (427-487 / 1036-1094) adını hutbelerden çıkartmış ve Hz. Abbas, Dört Halife ve Aşere-i Mübeşşere’ye duada bulunmuştur. 441/1049’da Fâtımî sikkelerini tedavülden kaldırıp yeni sikkeler bastırmıştır.[51] Devlet ricaline de Fâtımîlerin yeşil elbiselerini çıkarıp Abbasîlerin şiarı olan siyah elbise giymelerini emretmiştir. Mâlikîliği emirliğin resmi mezhebi ilan edip Şiîleri sürgün eden Muiz’i ve Zîrîleri cezalandırmak isteyen Fâtımî Halifesi Mustansır-Billâh, (1036-1094) uzun yıllardır devleti uğraştıran bedevi Arap kabileleri Benî Süleym ve Benî Hilâl’i Mısır’dan Kuzey Afrika’ya sevk etmiştir. Benî Süleym, Berka ve Trablusgarp bölgesine yayılırken Benî Hilâl batıya doğru ilerlemesini sürdürmüştür. Neticede Bedevi Arapların akın akın gelen göçleri (zamanla sayılarının 400.000’e ulaştığı rivayet edilir) Zîrî emirliğini derinden sarsan bir süreç başlatmıştır. Zîrîler başlarda Bedevi Arapları sisteme entegre edip onlardan istifade etmeye çalışmışlar ancak bedevilerin büyük bir kısmı buna yanaşmamıştır. 443/1052’de Kâbes yakınlarında Hilâlîlerle yaptığı Hayderan Savaşı’nı kaybeden ve Kayrevan’da kuşatma altında kalan Emir Muiz daha fazla dayanamamış ve 449/1057’de oğlu Temim’in valilik yaptığı Mehdiye şehrine sığınmak zorunda kalmıştır.[52] Emirlik topraklarının büyük bir bölümü Benî Hilâl’in ve asi valilerin eline geçince mahzun emir daha fazla yaşamamış ve 454/1062’de vefat etmiştir.[53] Uzun yılların gayretiyle inşa edilen mamur şehirler, birer birer harabeye dönmüş, Emir Muiz oğluna enkaz halinde parçalanmış bir emirlik devretmek zorunda kalmıştır. Sonraki süreçte gerileme devam etmiş, 543/1148’de başşehir Mehdiye, Sicilya’ya hâkim olan Normanların eline geçince Zîrî Emirliği tarihe karışmıştır.[54] Zîrîlerin son dönemlerinde ise Murabıtlar (1056-1147), ardından Muvahhidler (1130-1269), Mâlikîliği kuvvetli bir şekilde savunarak Kuzey Afrika halkının bu mezhebe bağlılığını pekiştirmiştir.

Sonuç

Şiîlik Kuzey Afrika’ya çok erken tarihlerde (789) İdrîsîler eliyle girmişse de İdrîsîlerin Zeydî Şiîliği kısa zamanda Sünnîliğe inkılâp ederek Mağrip coğrafyasında etkisini yitirmiştir. İsmâilî Şiîlik ise neredeyse bir buçuk asır kadar Kuzey Afrika’da etkili olmuştur. Yalnız bu etki daha çok idare merkezi olan İfrîkıye’de, yöneticilerle sınırlı olmuştur. Halkın büyük çoğunluğu Sünnîliği benimsemiş ve özellikle Mâlikî mezhebine bağlılığını sürdürmüştür. Fâtımîlerin kuruluş tarihi olan 909 yılından itibaren devlet gücüyle ayakta kalmaya çalışan İsmâilî Şiîlik, Zîrî emiri Muiz b. Bâdis döneminde devlet desteğini kaybedince kısa süre içerisinde Kuzey Afrika’da etkisini yitirmiştir. Bu süreçte Şiî anlayışı benimseyen az sayıdaki Kuzey Afrikalının baskıya maruz kaldığı ve zaman zaman da kendilerine yönelik kanlı saldırıların yaşandığı da bir gerçektir. Şiîliği terk etmek Zîrîler açısından aynı zamanda müstakil olma gayesine de hizmet etmektedir. Zira Fâtımî hilafetini terk edip Abbasî hilafetine bağlanmanın, aradaki coğrafi uzaklık dikkate alındığında çok da kuvvetli bir bağlanma olmayacağı açıktır. Zîrî Emiri Muiz’in Fâtımîlerden ayrılma teşebbüsü ciddi sonuçlar doğurmuştur. Fâtımî halifesinin Kuzey Afrika’ya Zîrîleri cezalandırmak için sevk ettiği Bedevî Arap Kabileleri, Zîrî Emirliğinin yıkılışına giden süreci başlattığı gibi Kuzey Afrika tarihinde ciddi kırılmalara da sebep olmuştur. Arap akınları, birçok mamur şehrin harap olmasına ve siyasi istikrarsızlığa yol açmıştır. Araplarla karışan Berberîler arasında melez bir toplumsal yapı oluşmuş; Araplarla imtizaç edemeyen birçok Berberî kabilenin ise yurtlarını terk ederek daha güneye inmeleri, buralarda (Sahra ve Sahra altında) İslamlaşmanın başlamasına zemin hazırlamıştır.

Summary

It is known that Berbers suffered from central government after the conquests of the North Africa. Berbers who were initially inclined to abandon Islam preferred to join political-religious groups in time. In the 8th century, Khārijism was influential in North Africa. In the 10th century, Ismā‘īlī Shī‘ism, which was another opposition group, was able to spread among the Berbers. It caused to occur that Fātimid destroyed Aghlabid emirate with the support of the tribe of Kutāma and established the state of Ifrīqiya. Both Khārijites and Sunnis showed that they would not obey this new authority. During the early years of the Fātimids, there were many large and small revolts. The most effective one among these was the rebellion initiated by Abū Yazīd al-Nukkārī. During the establishment of Fātimid, it was in danger of collapse due to this rebellion. The greatest supporters of Fātimids who repelled Abū Yazīd and his men with a last effort and ensured dominance in the region were Sanhajids whose leader was Zīrī b. Manad. Therefore, Fātimids found a second supporter on the territory of North Africa where they were foreigners. Following the Kutāmids, the Sanhajids made every effort to spread Fātimids authority to the region. During moving the capital from Ifrīqiya to Egypt, a large population of Kutāmids came to Egypt as a soldier. Sanhajids left behind as a powerful element. Muiz (341-365 / 953-975), the Caliph of Fātimids, secured the sovereignty of the state in the territory of North Africa by appointing Buluggīn b. Zīrī (361-373 / 972-984) as the governer of Maghreb. Zīrī sovereignty, which started with Buluggīn who no one doubted his loyalty to the state began to break from dynasty of Fātimid because it gained its strength in time. The influence of Fātimids in North Africa decreased. Fātimids who prevented the attempts of independence of the Zīrī dynasty, which ruled North Africa on the behalf of them through different political maneuvers, could no longer control the Zīrīs by the middle of the 11th century. As for Zīrī, they were uncomfortable with the Fātimids’ political discourse against them. Muiz b. Bâdis (406-454 / 1016-1062) who ascended the throne when he was eight years old grew up under the supervision of Sunnī scholars and tended to Sunnism. However, he was afraid of the Fātimids which he was attached to. At first, the relations between the two thrones followed a good course, but after the 1030s, divergence between them came to light. Although the attacks on the Shī‘ite- Ismā‘īlīan people who were the citizen of the Zīrī, the publication of fatwas against them by Sunnī scholars and the attitudes containing insults towards Fātimid symbols increased the anger of Fātimids, the Caliphs of Egyptian struggling with their own internal crises did not want to break their connections. Sometimes they just gave the title of honor to the Emir of Zīrī and sent letters with compliments. They also made political sanctions against the Zīrī, along with letters that included threats. They tried to ensure that the administration of Tripoli, which was regarded as a buffer zone between Egypt and Zīrīs, was in the hands of anti-Zīrī elements. The Zīrī, who skillfully eliminated the evil influences of the Fātimid political maneuvers, believed that it was time to make a big move, and with the support of the Sunnī scholars, they carried the politics into the religious field to become independent from the Fātimids and they openly supported the Sunnis against the Shī‘ites. Shī‘ites and anti-Shī‘ite movements and campaigns appeared everywhere. People left the Friday prayers due to symbols of Fātimids. The Sunnī scholars gave fatwa that it was not permissible to marry the Shī‘ites. The hostility for Fātimids was made publicly. Eventually, large crowds attacked and began to slaughter the Shī‘ite neighborhoods. In 1043, Muiz b. Badis sent an envoy to Baghdad and announced that he would recognize the Abbasid Caliph. His attempt remained inconclusive. However he insisted on putting his intention into action. He removed the name of the caliph of Fātimid, Müstansır–Billah (427- 487 / 1036-1094) from khutbah. He also prayed for Four Caliphs and the Ten Mubashshara by recognizing the caliphate of Abbasid. He removed the Fātimid coins from circulation and issued new coins in 1049. He ordered the Fātimids to take off their green clothes and wear the black robes of the Abbasids. He declared the Mālikism as the official sect of the emirate and exiled the Shī‘ites. The reaction of Fātimid Caliphate, Mustansir-Billah (1036-1094), who wanted to punish the Zīrī was not delayed. The Bedouin Arab tribes, which had been struggling with the state for many years, decided to transfer Banī Sulaym and Banī Hilāl from Egypt to North Africa. In this way, he will not only get rid of these tribes that have disturbed the Egyptian people, but will also punish his governor. The decision was put into practice. In time, around 400,000 Arabs belonging to Banī Hilāl and Banī Sulaym tribes started to flock to the Maghreb lands. While Banī Sulaym was mostly spreading to Barqa and Tripoli, Banī Hilāl continued to move to West. The migration of Bedouin Arabs caused many political-economic-social problems that would continue to affect the Maghreb for many years. At the same time, he initiated a process that deeply shook the Zīrī Emirate. At first, the Zīrīs tried to integrate the Bedouin Arabs into their system, but most of the Bedouins refused it. Muiz, as the leader of Zīrī, who lost the Hayderan War against Hilālids and was under siege in Qayravān in 1052 could not stand anymore. Therefore, he had to take refuge in the city of Mahdiyya, where his son Temim was governor. When a large part of his land was taken over by Banī Hilāl and the rebellious governors, he did not survive and died in 454 (1062). The cities, which were built with the great effort of many years, were in ruins one by one, and Emir Muiz had to leave a fragmented emirate to his son. In the subsequent process, the decline continued, the Mahdiyya, the capital city, fell into the hands of the Normans who ruled Sicila in 543 (1148) and the Zīrī Emirate became history. In this study, the influence of Māliki scholars on the people and emir and the effect of this influence on Shiite-Sunnī struggle during Muiz, emir of Zīrī, period (406-454 / 1016-1062) have been dealt with in terms of political and social reflections.

Dipnotlar

[3] Libya’nın doğusunda merkezini Bingazi’nin oluşturduğu bölgeye verilen addır. Bölgenin diğer adları Antabulus ve Sireneyka’dır. Bkz. Ebü’l-Kāsım Muhammed b. Alî İbn Havkal, Sûretü’l-arz, ed. J. H. Kramers, 2. Bs (Leiden: Brill, 1938), 1:66-67; Ebû Abdillâh Şihâbüddîn Yâkût el-Hamevî, Kitâbu Mu’cemi’l-büldan (Frankfurt: IInstitute for the History of Arabic-Islamic Science at the Johann Wolfgang Goethte University, 1994), 1:573.
[4] Eyaletin merkezi 670 yılında Ukbe b. Nâfi el-Fihrî’nin kurduğu Kayrevan’dır. Ayrıca İfrîkıye fetihleri için bk. Nadir Özkuyumcu, Fethinden Emevilerin Sonuna Kadar Mısır ve Kuzey Afrika (Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1993); Adem Apak, “Kuzey Afrika’da İlk İslâm Fetihleri”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 17/2 (01 Haziran 2008): 159-173.
[5] Ahmet Kavas, “Meysere el-Medgari”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 2004), 29: 507-508.
[6] Ebû Abdullah Muhammed b. Muhammed el-Merrâküşî İbn İzâri, el- Beyânü’l-muğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib, 3. Bs (Beyrut: Dârü’s-Sekâfe, 1983), 1: 56-57; Adnan Adıgüzel, “Bergavata: Mağrib’te Heterodoks Bir Berberî Fırkası”, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 12/1 (2010): 1- 21.
[7] Sabri Hizmetli, “İfren (Benî İfren)”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 2000), 21: 513-514.
[8] Şihâbüddîn Ebü’l-Abbâs Ahmed b. Hâlid es-Selâvî, el-İstiksa li-ahbâri düveli’l-Mağribi’l-Aksâ, ed. Cafer en-Nâsırî - Muhammed en-Nâsırî (Dârü’l- kitâb, t.y.), 1: 179-183.
[9] Ebü’l-Abbas Ahmed b. Said b. Süleyman ed-Dercinî, Tabakâtü’l-meşâyih bi’l- Mağrib, ed. İbrahim Tallay (Beyrut: Dârü’l-Fikr, 1974), 1: 41.
[10] Selâvî, el-İstiksâ, 1: 208-260.
[11] Ebû Zeyd Abdurrahman b. Muhammed İbn Haldûn, Dîvânü’l-mübtede’ ve’lhaber fî târîhi’l-Arab ve’l-Berber ve men âsarahüm min zevi’ş-şe’ni’l-ekber (el- İber), ed. Halîl Şahhâde, 2. Bs (Beyrut: Darü’l-Fikr, 1408), 4: 250; Ebü’lHasen Ahmed b. Yahya Belâzürî, Fütûhu’l-büldân (Beyrut: Mektebetü’l-Hilâl, 1988), 231; İzzeddin İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târih, ed. Ömer Abdüsselâm Tedmürî (Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-Arabî, 1997), 4: 317-318; Şihâbüddîn Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb fî fünûni’l-edeb (Kahire: Dârü’l-Kütüb ve’l-Vesâiki’lKavmiyye, 1423), 24: 100-101; İbn İzâri, el-Beyânü’l-muğrib fî ahbâri’lEndelüs ve’l-Mağrib, 1: 92; İbnü’l-Ebbâr eserinde İbrâhim b. Ağleb’in II. İdris’in velisi olan Râşid’i bir tertiple öldürmesinden dolayı Harun er-Reşid’in onu vali yaptığını belirtiyor bk. Muhammed b. Abdullah b. Ebî Bekr el-Kudâî el-Belensî İbnü’l-Ebbâr el-Hulletü’s-siyerâ, ed. Hüseyin Munis (Kahire: Darü’l-Maarif, 1985), 1: 100.
[12] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târih, 6: 516, 528-530, 574-577, 585-587, 590-596; İbn İzâri, el-Beyânü’l-muğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib, 1: 134, 166-208; İbnü’l-Ebbâr, el-Hulletü’s-siyerâ, 1: 175-176; İbn Haldûn, el-İber, 4: 261- 264; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb fî fünûni’l-edeb, 24: 143-148. Ebû Ubeyd elBekrî, el-Mesâlik ve’l-memâlik (Dârü’l-Garbi’l-İslâmî, 1992), 2: 679. [13] Ebû Yezîd en-Nükkârî, Zenate Berberîlerinden İbâzî mezhebini benimsemiş bir mektep hocası idi. 928 yılından itibaren Tûzer’de (Takyûs) Fâtımîlere karşı propaganda faaliyetlerine başlamıştı. Bagâye ve Kastîliye’de başlattığı isyan bütün Mağrib-i Evsat/İfrîkıye şehirlerine yayıldı. “Sâhibü’l-hımâr” yahut “eşeğin üzerindeki adam” diye bilinen Nükkârî hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Ethem Ruhi Fığlalı, “Ebû Yezîd en-Nükkârî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 1994), 10: 259-260; İbn İzâri, elBeyânü’l-muğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib, 1: 216-220.
[14] Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb fî fünûni’l-edeb, 24: 163; İbn Haldûn, el-İber, 4: 53- 54; İzzeddin İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-târîh, ed. Ebü’l-Fidâ Abdullah el-Kâdî (Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, 1987), 7: 188-192.
[15] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-târîh, 1987, 7: 199-201; İbn Haldûn, el-İber, 4: 56-57; Aydın Çelik, Fâtımîler Devleti Tarihi (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2018), 131-135.
[16] İbn Haldûn, el-İber, 4: 58-59.
[17] Eşîr şehrini Zîrî b. Menad 324/935-936’da kurmuş, Milyâne şehrini de yenilemiştir. Eşîr şehri 440’tan sonra Yusuf b. Hammâd es-Sanhâcî tarafından tahrip edilmiştir. Bk. Bekrî, el-Mesâlik ve’l-memâlik, 2: 724-725; Katib el-Merrâküşî, el-İstibsâr fî acâibi’l-emsâr (Bağdat: Dâru’ş-Şuûni’sSekâfiyye, 1986), 170-171; Ebû Abdillâh Şihâbüddîn Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân, 2. Bs (Beyrut: Dâru Sâdır, 1995), 1: 202-203; İbn İzâri, elBeyânü’l-muğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib, 1: 216.
[18] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-târîh, 1987, 7: 223; İbn Haldûn, el-İber, 6: 204.
[19] Kuruluş yıllarında Mağrib-i Evsatın doğusunda, aslen Endülüslü olup Fâtımîlerin Zap valileri olan Hamdunoğulları, batısında ise Zîrîler Fâtımîlerin sadık askerleri ve devletin batı topraklarında sınır muhafızları idiler. Bk. Hady Roger Idris, ed-Devletü’s-Sanhaciyye, trc. Hammadî Es-Sahilî (Beyrut: Darü’l-Garbi’l-Islamî, 1992), 1: 48.
[20] İbn Haldûn, el-İber, 4: 108, 6: 205; İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-zeheb, ed. Abdülkadir el-Arnavut - Mahmud el-Arnavut (Beyrut: Dâru İbn Kesîr, 1989), 4: 309-310.
[21] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-târîh, 1987, 7: 307-308; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb fî fünûni’l-edeb, 24: 165-168; İbn Haldûn, el-İber, 6: 205; Idris, ed-Devletü’sSanhaciyye, 1: 70.
[22] Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb fî fünûni’l-edeb, 24: 169-170; İbn Haldûn, el-İber, 4: 63, 6: 205; Takıyüddîn Ahmed b. Ali Makrîzî, el-Mevâiz ve’l-i‘tibâr bi-zikri’lhıtat ve’l-âsâr (Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1418), 2: 188-189.
[23] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-târîh, 1987, 7: 304, 339-341, 401, 412, 419-420, 431-432, 485-486, 508-510, 531-532, 601-603; İbn İzâri, el-Beyânü’l-muğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib, 1: 230, 237-252, 258, 261-267; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb fî fünûni’l-edeb, 24: 169-170, 174-177, 183-197; İbn Haldûn, el-İber, 4: 58-63, 110 6: 205-209; Makrîzî, el-Mevâiz, 2: 188-189; İbnü’l- İmâd, Şezerâtü’z-zeheb, 4: 393 5: 38-39.
[24] Abdülaziz Nâsırî, “Husûsiyyetü’l-mezhebi’l-Mâlikî fî Bilâdi’l-Mağrib ve’lEndelüs”, Rutuf, 11 (2017): 285; Bekir Karadağ, “Hicrî Beşinci Asra Kadar Kuzey Afrika’da Hanefîlik”, Journal of Divinity Faculty of Hitit University, June (30 Haziran 2019): 75-100.
[25] Ebû Abdullah Muhammed b. Muhammed el-Merrâküşî İbn İzâri, elBeyânü’l-Muğrib fî İhtisâri Ahbâri Mülûki’l-Endelüs ve’l-Mağrib (Tunus: Darü’l-Garbi’l-Islamî, 2013), 228.
[26] Ulvi Kılavuz, “Kuzey Afrika İbâzî Akidesi: Cenâvünî Örneği”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 24/02 (Ocak 2016): 73.
[27] Yunus Emre Aydın, “Fâtimîler Devleti’nin Kuruluşunda Kutâme Kabîlesinin Rolü ve Mağrip’te Fâtimi - Kutâme İlişkileri (762 - 972)”, Anasay, 3 (Şubat 2018): 82.
[28] Mehmet Dalkılıç, “Geçmişten Günümüze Kuzey Afrika’da Mezhep Tartışmaları ve Günümüze Yansımaları” (38. ICANAS Uluslararası Sempozyumu, Ankara, 2007), 90.
[29] Binzâvî Târık, İstiklâlü’l-Muiz b. Bâdîs ez-Zîrî ani’d-devleti’l-Fâtimiyye (Yüksek Lisans Tezi, Câmi‘atü’l-Cezâir, Külliyetü’l Ulûmi’l-İctima‘iyye ve’l- İnsâniyye, 2009), 134.
[30] İzzeddin İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-târîh (Beyrut: Darü’l-Kitâbi’l-Arabî, 2012), 6: 639-640.
[31] Târık, İstiklâlü’l-Muiz b. Bâdîs ez-Zîrî ani’d-devleti’l-Fâtimiyye, 133.
[32] Karadağ, “Hicrî Beşinci Asra Kadar Kuzey Afrika’da Hanefîlik”, 94-95.
[33] Abdurrahman b. Muhammed Debbâğ, Me‘âlimü’l-îmân fî Ma‘rifeti Ehli’lKayrevan (Tunus: Mektebetü’l-Atîk, 1968), 3: 167.
[34] M. Süheyl Takkuş, Tarihü’l-Fatımiyyin fî şimali İfrikıyye ve Mısr ve biladi’ş- Şam : 297-567 H / 910-1171 M. (Beyrut: Dârü'n-nefâis, 2001), 328.
[35] Detaylı bilgi için bk. Muhammed Süveysî, “Ebû İmrân el-Fâsî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 1994).
[36] Idris, ed-Devletü’s-Sanhaciyye, 219.
[37] Idris, ed-Devletü’s-Sanhaciyye, 219.
[38] Idris, ed-Devletü’s-Sanhaciyye, 220.
[39] Idris, ed-Devletü’s-Sanhaciyye, 221.
[40] I dris, ed-Devletü’s-Sanhaciyye, 217.
[41] Debbâğ, Me‘âlimü’l-îmân fî Ma‘rifeti Ehli’l-Kayrevan, 3: 178-179.
[42] Idris, ed-Devletü’s-Sanhaciyye, 224.
[43] Idris, ed-Devletü’s-Sanhaciyye, 222-223.
[44] Idris, ed-Devletü’s-Sanhaciyye, 212-213.
[45] Gurabiyye Cebrail’in vahyi yanlışlıkla Hz. Ali yerine Hz. Muhammed’e getirdiğini iddia eden gruptur. Bk. Abdülkâhir Bağdadî, el-Fark Beyne’lFirak, ed. Muhammed Osman Huşt (Kahire: Mektebetu İbn Sîna, t.y.), 221.
[46] Idris, ed-Devletü’s-Sanhaciyye, 228.
[47] Idris, ed-Devletü’s-Sanhaciyye, 228.
[48] Çelik, Fâtımîler Devleti Tarihi, 248-250, 287, 290 vd.
[49] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-târîh, 1987, 7: 639-640; İbn İzâri, el-Beyânü’l-muğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib, 1: 268, 269, 274; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb fî fünûni’l-edeb, 24: 201-202.
[50] İbn Haldûn, bir yerde 440 tarihini verirken (4: 211) diğer yerde Muiz b. Bâdis’in Abbasîler adına hutbe okutma tarihini 437/1045-1046, Fâtımî Halifesi Mustansır’ın Bedevî Beni Süleym ve Beni Hilal Araplarını bölgeye sevk etme kararının tarihini de 441/1049-1050 olarak vermiştir. Yine Beni Hilal’in İfrîkıye bölgesine 443/1051-2’de geldiğini, Kayrevan’ı 445/1053- 1054’te yakıp yıktıklarını, İfrîkıye topraklarını da 446/1054-1055’te bölüştüklerini kaydetmiştir. Nüveyrî ise hutbe tarihini 435/1043-1044 olarak vermiştir. 435 tarihi Temim’in torunu İbn Şeddâd’a, 439-440 tarihi ise Muiz b. Bâdis’in resmi tarihçisi sayılan İbn Şeref’e dayanır. İbn İzâri’nin verdiği 433 tarihi ise çok erken ve tarihen hatalı sayılmıştır. Bk İbn İzâri, elBeyânü’l-muğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib, 1: 274; Nüveyrî, Nihâyetü’lereb fî fünûni’l-edeb, 24: 209; İbn Haldûn, el-İber, 6: 19-21; İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-zeheb, 5: 180; Idris, ed-Devletü’s-Sanhaciyye, 221-222.
[51] İbn İzâri, el-Beyânü’l-muğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib, 1: 273-274, 277- 278; Benî Hammâd 405’te, Trablus’taki Benî Hazrûn 425’te Fâtımîlere itaati terk etmişlerdi. Bk. Idris, ed-Devletü’s-Sanhaciyye, 214; Takkuş, Tarihu'lFatımiyyîn, 379. [52] İbn İzâri, el-Beyânü’l-muğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib, 1: 292-294; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb fî fünûni’l-edeb, 24: 216-217; Idris, ed-Devletü’sSanhaciyye, 254-273.
[53] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-târîh, 1987, 8: 172, 173; İbn İzâri, el-Beyânü’lmuğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib, 1: 295,298; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb fî fünûni’l-edeb, 24: 218; İbn Haldûn, el-İber, 6: 211.
[54] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-târîh, 1987, 9:155-157; Idris, ed-Devletü’sSanhaciyye, 415-419, 422-424; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb fî fünûni’l-edeb, 24: 245-252, 304; İbn İzâri, el-Beyânü’l-muğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib, 1: 313-316; İbn Haldûn, el-İber, 6: 214-216; İmâdüddin İsmail b. Ali Ebü’l-Fidâ, el-Muhtasar fî ahbâri’l-beşer (elMatbaatü’l-Hüseyniyyetü’l-Mısriyye, t.y.), 3: 19-20, 34.


Kaynakça

Adıgüzel, Adnan. “Bergavata: Mağrib’te Heterodoks Bir Berberî Fırkası”. Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 12/1 (2010): 1-21.

Apak, Adem. “Kuzey Afrika’da İlk İslâm Fetihleri”. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 17/2 (01 Haziran 2008): 159-173.

Aydın, Yunus Emre. “Fâtimîler Devleti’nin Kuruluşunda Kutâme Kabîlesinin Rolü Ve Mağrip’te Fâtimi - Kutâme İlişkileri (762 - 972)”. Anasay. 3 (Şubat 2018): 79–98.

Bağdadî, Abdülkâhir. el-Fark Beyne’l-Firak. Ed. Muhammed Osman Huşt. Kahire: Mektebetu İbn Sîna, t.y.

Bekrî, Ebû Ubeyd. el-Mesâlik ve’l-memâlik. Dârü’l-Garbi’l-İslâmî, 1992.

Belâzürî, Ebü’l-Hasen Ahmed b. Yahya. Fütûhu’l-büldân. Beyrut: Mektebetü’l-Hilâl, 1988.

Çelik, Aydın. Fâtımîler Devleti Tarihi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2018

Dalkılıç, Mehmet. “Geçmişten Günümüze Kuzey Afrika’da Mezhep Tartışmaları ve Günümüze Yansımaları”. Ankara, 2007.

Debbâğ, Abdurrahman b. Muhammed. Me‘âlimü’l-îmân fî Ma‘rifeti Ehli’l-Kayrevan. 4 Cilt. Tunus: Mektebetü’l-Atîk, 1968.

Dercinî, Ebü’l-Abbas Ahmed b. Said b. Süleyman. Tabakâtü’lmeşâyih bi’l-Mağrib. Ed. İbrahim Tallay. Beyrut: Dârü’l-Fikr, 1974.

Ebü’l-Fidâ, İmâdüddin İsmail b. Ali. el-Muhtasar fî ahbâri’l-beşer. el-Matbaatü’l-Hüseyniyyetü’l-Mısriyye, t.y.

Fığlalı, Ethem Ruhi. “Ebû Yezîd en-Nükkârî”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Ankara: TDV Yayınları, 1994.

Hizmetli, Sabri. “İfren (Benî İfren)”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Ankara: TDV Yayınları, 2000.

Idris, Hady Roger. ed-Devletü’s-Sanhaciyye. Trc. Hammadî EsSahilî. Beyrut: Darü’l-Garbi’l-Islamî, 1992.

İbn Haldûn, Ebû Zeyd Abdurrahman b. Muhammed. Dîvânü’lmübtede’ ve’l-haber fî târîhi’l-Arab ve’l-Berber ve men âsarahüm min zevi’ş-şe’ni’l-ekber (el-İber). Ed. Halîl Şahhâde. 2. Bs. Beyrut: Darü’lFikr, 1408.

İbn Havkal, Ebü’l-Kāsım Muhammed b. Alî. Sûretü’l-arz. Ed. J.H. Kramers. 2. Bs, 2 Cilt. Leiden: Brill, 1938.

İbn İzâri, Ebû Abdullah Muhammed b. Muhammed el-Merrâküşî. el-Beyânü’l-muğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib. 3. Bs. Beyrut: Dârü’s-Sekâfe, 1983.

İbn İzâri, Ebû Abdullah Muhammed b. Muhammed el-Merrâküşî. el-Beyânü’l-Muğrib fî İhtisâri Ahbâri Mülûki’l-Endelüs ve’l-Mağrib. Tunus: Darü’l-Garbi’l-Islamî, 2013.

İbnü’l-Ebbâr, Muhammed b. Abdullah b. Ebî Bekr el-Kudâî elBelensî. el-Hulletü’s-siyerâ. Ed. Hüseyin Munis. Kahire: Darü’lMaarif, 1985.

İbnü’l-Esîr, İzzeddin. el-Kâmil fî’t-târîh. Ed. Ebü’l-Fidâ Abdullah el-Kâdî. 11 Cilt. Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, 1987.

İbnü’l-Esîr, İzzeddin. el-Kâmil fi’t-târih. Ed. Ömer Abdüsselâm Tedmürî. 10 Cilt. Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-Arabî, 1997.

İbnü’l-Esîr, İzzeddin. el-Kâmil fî’t-târîh. 10 Cilt. Beyrut: Darü’lKitâbi’l-Arabî, 2012.

İbnü’l-İmâd. Şezerâtü’z-zeheb. Ed. Abdülkadir el-Arnavut - Mahmud el-Arnavut. Beyrut: Dâru İbn Kesîr, 1989.

Karadağ, Bekir. “Hicrî Beşinci Asra Kadar Kuzey Afrika’da Hanefîlik”. Journal of Divinity Faculty of Hitit University. June (30 Haziran 2019): 75-100. https://doi.org/10.14395/hititilahiyat.465909.

Katib el-Merrâküşî. el-İstibsâr fî acâibi’l-emsâr. Bağdat: Dâru’ş-Şuûni’s-Sekâfiyye, 1986.

Kavas, Ahmet. “Meysere el-Medgari”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Ankara: TDV Yayınları, 2004.

Kılavuz, Ulvi. “Kuzey Afrika İbâzî Akidesi: Cenâvünî Örneği”. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 24/02 (Ocak 2016):71–123.

Makrîzî, Takıyüddîn Ahmed b. Ali. el-Mevâiz ve’l-i‘tibâr bi-zikri’lhıtat ve’l-âsâr. 4 Cilt. Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1418.

Nâsırî, Abdülaziz. “Husûsiyyetü’l-mezhebi’l-Mâlikî fî Bilâdi’lMağrib ve’l-Endelüs”. Rutuf. 11 (2017): 285–302.

Nüveyrî, Şihâbüddîn. Nihâyetü’l-ereb fî fünûni’l-edeb. 33 Cilt. Kahire: Dârü’l-Kütüb ve’l-Vesâiki’l-Kavmiyye, 1423.

Özkuyumcu, Nadir. Fethinden Emevilerin Sonuna Kadar Mısır ve Kuzey Afrika. Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1993.

Selâvî, Şihâbüddîn Ebü’l-Abbâs Ahmed b. Hâlid. el-İstiksa liahbâri düveli’l-Mağribi’l-Aksâ. Ed. Cafer en-Nâsırî - Muhammed enNâsırî. 3 Cilt. Dârü’l-kitâb, t.y.

Süveysî, Muhammed. “Ebû İmrân el-Fâsî”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Ankara: TDV Yayınları, 1994.

Târık, Binzâvî. İstiklâlü’l-Muiz b. Bâdîs ez-Zîrî ani’d-devleti’lFâtimiyye. Yüksek Lisans Tezi, Câmi‘atü’l-Cezâir, Külliyetü’l Ulûmi’l-İctima‘iyye ve’l-İnsâniyye, 2009.

Yâkût el-Hamevî, Ebû Abdillâh Şihâbüddîn. Kitâbu Mu’cemi’lbüldan. Frankfurt: IInstitute for the History of Arabic-Islamic Science at the Johann Wolfgang Goethte University, 1994.

Yâkût el-Hamevî, Ebû Abdillâh Şihâbüddîn. Mu‘cemü’l-büldân. 2. Bs, 7 Cilt. Beyrut: Dâru Sâdır, 1995.